21 Mayıs 2016 Cumartesi

Karakter analizi

  

Kişinin iç dünyasının, alışkanlıklarının, duygularının, fikirlerinin, zayıf taraflarının vs. anlatıldığı portreye denir. Bu portrede; kişinin ahlâkı, alışkanlıkları, düşünceleri ilginç bir üslupla anlatılır. Portreye konu olan kişinin düşünceleri ve anlayışları daha etkili olarak ortaya koymak için onun sözlerine de yer verilebilir.
YUNUS EMRE: Annesini çok küçük yaşta kaybetmiştir. Babasıyla ve babaannesiyle yaşamaktayken babası onu babaannesinin yanında bırakarak kendi babasını aramaya gitmiştir. Onu babaannesi büyütmüştür. Daha sonra elif ile tanışmıştır ve onu hayatının yıldızı yani Sitaresi yapmıştır. Sitareden İbrahim ve İsmail adında iki oğlu vardır. İbrahim’i küçük yaşta kaybetmiştir. Sitare ve İsmail'i alarak başka bir yerde hayat kurmuştur. Daha sonra Sİtareyi'de kaybetmiştir. İsmail'i Satı Nine'ye bırakarak doğru yolu bulmaya çalışmıştır. Bir dergaha yerleşmiştir. Burada nefsini köreltmeyi, Allaha yönelmeyi, kendini sınamayı öğrenmiştir. Bu arada oğlu İsmail, Çekikgöz askerleri tarafından kaçırılmıştır. Herkese oğlunu sormakta ve aramaktadır.
MOLLA KASIM: Eğitimli, dindar bir kişiliktir. Olaylar karşısında fevri davranışlar sergiler. Yunus Emre'nin şiirleriyle kendi düşüncelerinin uyuşmadığını anlayınca şiirlerini suya atmıştır. Daha sonra yaptığının yanlış olduğunu anlamıştır ve özür amaçlı olarak onun hayat hikayesini od romanında anlatmıştır.
İBRAHİM: Yunus ve Sitarenin büyük oğullarıdır. İsmail'in ağabeyidir. Küçük yaşta yangın sırasında vefat etmiştir. Cenazesi Ucasardadır.
TEMÜR ALP: Gençliğinde çeşitli kahramanlıklar yapmıştır. İnsanlara her zaman anlatacağı bir kahramanlık hikayesi vardır, son derece bilgili bir insandır. Çoğu zaman türk efsanelerini anlatır.
SATI NİNE: Sitare ve Yunus'un köyündendir. İlaç ve bitkilerle yaralıları iyileştirmeye çalışır. Bilgili bir kadındır. Sitare öldükten sonra Yunus İsmail'i ona emanet etmiştir.
SİTARE: Zengin bir ailenin kızıdır. Yunusla ilk defa koyun otlatırken karşılaşmışlardır. Yunus onun canıdır. O yüzden ona 'Can Yunus' der. İbrahim ve İsmail'in annesidir. Yunus'un en büyük yol göstericisidir. Çekikgöz'ün köye baskınında ölmüştür. Güçlü bir kadındır. Olaylar karşısında her zaman soğukkanlı kalmaya çalışmıştır.
SAMUEL: Yunus ve Sitare'nin İsmail adındaki oğullarıdır. Küçük yaşta çekikgöz tarafından kaçırılmıştır. Her zaman babasını merak etmiş ve özlemiştir. Babasını çok seviyordur. Ama ona karşı kinde beslemektedir. Olaylar karşısında biraz sinirli ve huysuz bir kişiliğe sahiptir.
TAPDUK SULTAN: Tapduk Emre'dir. Yunus Emre'nin en büyük öğretmenidir. Gözleri kördür. Fakat duyuları çok gelişmiştir. Gözleri görmediği halde dokunarak hisleriyle herşeyi anlar.
ÇELEBİ FARUK: Yunus'un Tapduk Emre'nin dergahında tanıştığı arkadaşıdır. Lokman Beşe'nin babasıdır. Varolan her şeyin Allah'a ait olduğunu her defasında tekrar eder. Tapduk Emre'nin en yakın adamlarından biridir.
ABAKAY DERVİŞ: Eskiden Çekikgöz askeridir. Daha sonra Tabduk Emre'nin dergahına gelmiştir. Gözleri görmüyordur. Şifacıdır.
ANA BACI: Tapduk Sultan'ın eşidir. Eşine ve evindeki herkese yardım etmek ister.
                

20 Mayıs 2016 Cuma

Oduncu Yunus

"Buraya değil eğri bir adam, eğri bir odun bile giremez."
Yunus EMRE
Erenler yurdunda himmete ulaşmanın ilk şartı teslimiyet ve hizmete talip olmaktır. Bu Yunus için de böyle oldu. Şeyhine "Ne hizmet varsa yaparım."dedi. Tabduk da Yunus'u, Dergâhı'ndaki odunculuğa tayin etti."
Kimi işler, görünüşte sıradandır. Onun neden yapılacağı, manevi olgunlaşma sürecinde nasıl bir sonuca yol açacağı önceden bilinemez. Ama hepsinde temel gaye "nefsi kırmak" ve manevi rehbere bağlılığı sınamaktır. Mesela Mevlevi Dergâhlarında da mutfak hizmeti bu yolda ilk adımdır.
Bu tür işler, sadece maddi bir faaliyet veya hizmet olarak düşünülemez. Tarikatlarda esas olan hizmet geleneğidir. Müridin bu maddi hizmeti yerine getirirken aslında asıl amaç olan manevi eğitimi gerçekleştirmektir. İlk menkıbede sözü edilen "himmet" buradaki "hizmet"le yürüyebilir. İşte Yunus'un bu görevinde de böylesi hikmetler gizlidir. O da bu hikmeti kavramış olarak hizmet görür. En titiz bir seçimle en düzgün odunları seçer. Dergâha asla eğri bir odun getirmez. Bu durum, işini ciddiye almasının yanı sıra Tabduk'a ve dergaha saygısını ve içine girdiği âleme verdiği önemi, işinin, sözünün ve iç dünyasının düzgünlüğünü de anlatır. Yani bir anlamda odun, Yunus'un ham benliğidir, terbiye edilmesi düzeltilmesi gereken nefsidir. Yunus, zahirde odunla ilgilenir, onların eğriliklerini düzeltmeye çalışırken hakikatte kendi nefsini terbiye etmekte ve düzeltmektedir. Vurduğu her balta darbesi, nefsinin hastalıklı hâllerinedir.
Yunus, için bu hizmet bu yüzden bütün yönleriyle tam bir olgunlaşma sebebi oldu. O, önce kendiyle ve Hak'la baş başa kalmanın imkânlarını buldu dağda. Çünkü dağ, yalnızlığın ve murakabenin mekânıdır. Burada insan yoktur. Ağaçlar, hayvanlar, kuşlar, akan sular, gökyüzü yani bütünüyle tabiat vardır. Ama can gözüyle bakabilen için görünen hiçbir şey, göründüğü gibi değildir. Her birinin metafizik bir anlamı vardır. Her biri kendilerince bir hakikate ve lisana ve hâle sahiptirler.
Tabiat ve buradaki inziva hayatı bu yüzden bir derviş adayının iç murakabeye dalma imkânı bulabilmesi açısından anlamlı görünmektedir. Yunus, bu süreç içerisinde zaten çok saf olan gönlünü daha da saflaştırır. Varlıkların esrarlı dilini öğrenir. Her biri bir âyet hükmündeki tabiatta bulunan her varlık üzerinde derin tefekkürlere dalar. Olup bitenlerin hikmetini kavrar. Tabi bu içsel eğitim, Dergâhta yapılan sohbetlerle, verilen derslerle de desteklenmektedir.
Hikâyenin geri kalanını da yine menkıbeden öğrenelim:
"Tabduk Emre bir gün müridlerine, "Bugün hepiniz dağa çıkınız ve bana çiçeklerden demetler getiriniz. En güzel demeti hazırlayana bir hediyem olacak" dedi. Dervişlerin hepsi kırlara çıktı... Demet demet çiçekler hazırlayıp şeyhlerine koştular. Yunus en sona kaldı... Akşam üstü tek bir papatya ile çıkageldi. Yunus'a karşı gizli bir haset içinde olan bazı dervişler; "Şuna bakın hele!.. Bula bula bir tek papatya getirmiş." diye fısıldaştılar. Taptuk, olayın hikmetini Yunus'tan sordu. Yunus da "Şeyhim" dedi. "Kırları dolaştım, hangi çiçeğe varsam Allah'ı zikreder buldum. Hiçbirini koparamadım. Akşama doğru bir papatya bana seslendi: "Gel derviş Yunus. Benim kellemi kopar. Ben bugün Rabbime zikirden gafil oldum. Ölmek bana haktır, beni götür şeyhine" diye inledi. Ben de size onu getirdim."
Dervişlik yolunun bir gereği olarak dervişler de kimi zaman imtihandan geçerler. Bu Yunus için de böyle olur. Yunus, imtihanı başarmış ve varlıkların dilini anlayabilecek saf bir gönüle sahip olmayı, bu menkıbedeki gibi, başarmıştır.
Öte yandan Yunus'un "Oduncu Yunus" olması elbette tesadüfî bir durum değildir. Buradaki odun ve ateş sembolleri incelendiğinde işin başka sır perdesi daha aralanmış olur. Yunus Emre, her seferinde Dergâha düzgün odunlar getirir. Ormandan ya böylesini bulur ya da düzgün olmayanları yontar, düzgün hâle koya. Bu durum, Yunus'un imtihanının sırrını yani neden odunculukla görevlendirildiğini kavradığını göstermektedir. Nitekim Şeyhi'yle aralarında geçen şu olay bu bakımdan ilginçtir:
"Fedakar derviş tam kırk yıl bu hizmette bulundu. Odunu sırtına vurup getirirdi. Ama yaşını ve eğrisini kesmezdi. Bir defasında Tabduk Emre: "Yunus Can, dağda hiç eğri odun yok mu ki hep düzgün odunlar getirirsin" diye sordu. Yunus da "Şeyhim, burası öyle bir Hak ve doğruluk kapısı ki, buraya değil eğri adam, eğri odun bile giremez." dedi.
Olayı Sabahattin Eyüboğlu'nun söylediği gibi o zamanki Dergâhların bir iş okulu gibi çalıştıkları şeklinde de yorumlayabiliriz. Bu yorum da Yunus gerçeğine aykırı değildir. Çünkü Dergâhlar her anlamda eğitim ocaklarıdır. Fakat bu zahirdeki görüntüdür ve elbette önemlidir. Ama işin aslında ideal bir çizgiyi takip yönü vardır ki asıl görülmesi gereken budur. O da Yunus'un dediği gibi Dergâhların bir Hak kapısı olması ve burada doğru olmayana yer bulunmamasıdır.

Kitaptan alıntılar



₺"Doğruluk mu daha büyük meziyettir, yoksa yiğitlik mi?" diye sorar, cevap ne olursa olsun, "Bütün insanlar doğru olsaydı yiğitliğe lüzum kalmazdı!." derdi.
₺Kimisi bilmem der, bilir; kimisi bilir bilmezlenir. Kimisi bilmediğini bilmez, bilirim der; kimisi bildiğini bilmiyor zanneder. Bilmemeyi bilmekle bildiğini bilmemek aynı değildir. Kurtulanlar, bilmediğini bilenlerle, bildiğini bilmeyenlerdir. Onlar birbirini bilir, birbirinden bilir, birbiriyle bilir.
₺....Kabristan; bir ibretlik yer idi; ne kapı vardı giresi, ne yemek vardı yiyesi, ne ışık vardır göresi!..
"Âlimin uykusu cahilin ibadetinden üstündür

Kimisi bilmem der, bilir; kimisi bilir bilmezlenir. Kimisi bilmediğini bilmez, bilirim der; kimisi bildiğini bilmiyor zanneder. Bilmemeyi bilmekle bildiğini bilmemek aynı değildir. Kurtulanlar, bilmediğini bilenlerle, bildiğini bilmeyenlerdir. Onlar birbirini bilir, birbirinden bilir, birbiriyle bilir.

Alemde sevgiden büyük umut da, sevgiden öte korku da yoktur. Sevgiliden korkmak, korkunun en yüksek derecesi, sevgiliden umut etmek umudun en yüksek kertesidir. Sevgilisi olmayan biri, yaşadığını sansa da yürüyen bir ölüdür.

Yunus emre'nin hayatı hakkında bir dizi vardı o diziden bir alıntı bildiğini bilme bilmediğini bil
  
https://m.youtube.com/watch?v=i3Kxw2YXMr0

Yunus emre kimdir video

Video linki
https://m.youtube.com/watch?v=o5F4BQR-KAg

Kitap tanıtımı ve yunus videosu



Kitap Tanıtımı-3 / Od
Kitabın Adı        : OD – Bir Yunus Romanı
Yazarı                : İskender PALA
Yayıncılık           : Kapı Yayınları
Kapak Tasarımı  : Utku LOMLU
Baskı Sayısı        : 1.Baskı
Basım Yılı             : 2011
Sayfa Sayısı         : 359
Yunus emreden molla kasıma ders 
https://m.youtube.com/watch?v=zqHAFz58xrA


İskender palanın hayatı ve röportaj

İskender Pala kimdir, Profesör ve divan edebiyatı araştırmacısıdır. “Divan Şiirini Sevdiren Adam” olarak da tanındı.
İskender Pala, 8 Haziran 1958 tarihindeUşak‘ta Kayaağılı köyünde doğmuştur. Uşak Cumhuriyet ilkokulunda okudu.Kütahya Lisesi’nden mezun oldu. 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Lisans tez çalışması Câmiu’n-Nezâir’dir. Yine İstanbul Üniversitesi’nde “Aşkî, Hayatı, Edebî Şahsiyeti ve Divânı” konusunda Doktora çalışması yaptı. 1983 yılında Doktorasını tamamladı.
1983 yılında Divan edebiyatı dalında doktor, 1993 yılında İstanbul Üniversitesi‘nde doçent ve 1998 yılındaKültür Üniversitesi‘nde profesör oldu. Ortaokul ve liseler için Türkçe ve Edebiyat ders kitapları yazdı. Denemeler, hikayeler, fıkralar ve edebiyat araştırmacısı olarak çeşitli ansiklopedi ve dergilerde bilimsel ve edebi makaleler yayımladı. Düzenlediği Divan Edebiyatı seminerleri ve konferansları geniş kitleler tarafından takip edildi.
1979-1982 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji seminer kütüphane memurluğu yaptı. Hayatının ilerleyen dönemlerinde çeşitli sebeplerden dolayı askerlik mesleğini tercih eden İskender Pala, öğretmen subay olarak 1982 yılında Deniz Kuvvetleri Komutanlığına girdi. 14 yıl 7 ay görev yaptıktan sonra 1996 yılında TSK‘dan ihraç edildi.
1982-1984 yılları arasında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Deniz Lisesi Komutanlığı’nda teğmen, 1984-1986 yılları arasında Üsteğmen olarak görev yaptı.
1986-1987 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi’nde part-time Türk Dili ve Edebiyatı öğretim üyesi olarak çalıştı.
1987-1994 yılları arasında Yüzbaşı olarak, Dz.K.K.lığı Tarihi Deniz Arşivi kuruluş ve faaliyetleri görevinde çalıştı.
1994-1996 yılları arasında Tarihi Deniz Arşiv Araştırmaları ve Dz.K.K.lığı yayın faaliyetlerinin yürütülmesi görevinde çalıştı.
1996-1997 yılları arasında Öğretim yılı, MSÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Eski Türk Edebiyatı öğretim üyesi ve İSAM redakte kurulu üyeliği yaptı.
1997 yılında Öğretim yılında İstanbul Kültür Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. Aynı zamanda Uşak Üniversitesi öğretim üyesidir.
İskender Pala, 1980 yılında F. Hülya Avcı ile evlendi. Hilye Banu, Elif Dilasa adında iki kızı, Alperen Ahmet adında bir oğlu vardır
İskender pala hakkında bir sokak röportajı
.https://m.youtube.com/watch?v=S6KCTThzLdU

Kitap değerlendirmesi od


Kitabı okumakla okumamak arasında kalanlara sonsuz tavsiyelerimle okuyun derim pişman olmayacaksınız çünkü. Kitabımız adı üzerinde Yunus Emre'nin hayatını anlatan bir niteliğe sahip. İçerik tamamen basit bir anlatımla Molla Kasım'ın ağzından yazılmış. Yunus Emre ve oğlu İsmail ayrı ayrı ona hayatlarını aktarmışlar, o da yazıya dökmüş. Ancak bu durumda İskender Pala'nın  bu kitabı Molla Kasım'ın notlarından derlediğini düşünüyorum. Doğruluğu hakkında net bir fikrim yok malesef :( Kitabımız şöyle:



Kitabın kapak tasarımı oldukça ilgi çekici bence, ismi gibi. Turuncu ve Sarı-kırmızı gibi renklerin sıcaklığı ve ateşi düşündürmesi açısından direkt içeriğe uygun olarak tercih edilmiş diyebiliriz. Arka kısım ise oldukça mütevazi, Yunus Emre'nin isimlerinden bahseden bir pasaj var, bir de şiir...Gerçekten tasarım beni mest etti...

Kitabın adının manasına gelecek olursak ben şöyle yorumladım: Yunus Od ateşinde pişmiş bir derviş... Od'u Odun taşırken ilk hecesinden tanımlıyor, ben Od'da yandım diyerek... Od aynı zamanda Ateş demektir, açıkçası odun kelimesini hiç bu şekilde düşünmemiştim! Bir diğer yorum ise Çekikgöz'ün, Bizans'ın, ve Tapınakçıların gönderdikleri ateşli toplar, mancınıkla attıklarından insanların üzerlerine düşüyor, savaş dönemi yaşadığından isim bu şekilde de yorumlanabilir, çünkü bu ateşli toplar yüzünden ailesini kaybedip dervişlik makamına yükseliyor...
Akabinde içeriğe geçecek olursak... Yunus Emre herkesin bildiği üzere bir şair ve aynı zamanda derviştir. Öncelikle gençliğinde bu meziyetlerin hiç birine sahip olmadığını ve eşi Elif ( ki kitapta ondan sürekli Sitare diye söz ediyor) ve iki oğlu ( İbrahim ve İsmail) ile birlikte bozkırın bir köyünde yaşadığını söylesem? Şaşırır mısınız? Ben şaşırdım çünkü, Çekikgöz gelene kadar güzel bir aile hayatın yaşadığını bilmiyordum. Ucasar ve civarında -ki kitapta hangi il olduğundan söz etmiyor- o yıllarda aslında tüm Anadol'da akın akın savaşlar varmış...Çekikgöz, ki ben bunun Moğollar olduğunu anladım, Tapınakçılar, Bizans'ın soğuk nefesi...Kısaca Anadolu ateş altında biçare ağlamaktaymış.. Sıra Ucasar'a gelince İbrahim vefat etmiş, Yunus, Sitare ve İsmail ile ve birkaç köylüyle Sarıcaköy'e göç etmişler. Yunus o sıralarda kerpiçten evler keser, insanlara ev yaparmış. Köylülere kalacak yerler yaptıktan sonra Hacı Bektaş-ı Veli'nin ocağına gitmiş. Buğday istemiş ancak o ısrarla nefes vermek isteyince buğdayda direten Yunus buğdayları alıp Sarcaköye gitmiş. Gittiğinde Çekikgöz'ün buraları da talan ettiğini görmüş ve Sitare'sini burada kaybetmiş. Yunus Sitare'ye çok aşıkmış, İsmail'i Satı Nineyle oradan başka bir yere götürmüş. Ancak yolda Satı Nine İsmail'i kölecilere kaptırmış ve İsmail'i bir cellat satın almış. Onun yanında yetişen İsmail çapulcu olmuş çıkmış. Oğlunu kaybettiği sırada Hacı Bektaş Veli'nin kapısından Tapduk Emre'ye yollanan Yunus, Tapduk kapısındaymış. Ancak oğlunun halini merak edip döndüğünde kaçırıldığını öğrenmiş. Yıllar yılı Anadolu'yu boydan boya dolaşmış Yunus, oğlunu ve kendi benliğini aramış, Allah'ı aramış...Celladın yanında büyüyen oğlu ise onu terk edip gittiğini düşünmüş, nefret etmiş ondan... Yıllarca Tapduk Emre denen bir zatın yanında odunculuk ve son zamanlarda da birazcık suculuk yapmış Yunus... Bilmem zikrini öğrenmiş, kendini bilmeden dağla taşla odunla konuşmuş, ancak delirmemiş bir derviş makamına ermiş...Sanırım Yunus Emre'ye eklenen bu Emre Tapduk Emre'den gelmektedir. Kitabın son sayfalarında buluşuyor oğluyla...Ancak bu bir çarpışma şeklinde oluyor ve gerçekten de insanın yüreğine dokunuyor...